Ölüyorum, diye bir ses yükseldi. Ayağa kalkın, duyun duyurun beni diyen bir ses. Öylesine tanıdık, içten, samimi bir ses. Yoksa seslenen Hz. Hamza ya da Hz.Ali miydi? Belki de taaaa kalü beladan tanıdığımız bir sesti.
Bu ses, babamızdan, kardeşimizden, belki de güya eş diye seçtiklerimizin sesinden daha tanıdık, daha güçlü, daha haklı. Bildik, masumiyetin sesiydi, önce kulağımızda çınladı. Oradan yüreklerimize hücum etti. Anladık, tanışıklığımız aynı acının, aynı haksızlığın, aynı hukuksuzluğun sesiydi. Ses olmuştu çıkmayan seslerimize.
Sonra gözümüz gözlerine ilişti. Keskin, hüzünlü, sevecen, kararlı bir çift göz. Yüreğinde taşıdıkları gözlerine aksetmiş hani aynaya baktığımızda, gözümüzde gördüğümüz hüznü, acıyı, masumiyeti görmüştük gözlerinde ondandır aynı karından değil, aynı acıdan, aynı haksızlıktan tanışıklığımız.
Hastalığına aldırış etmeden, tıpkı yüreği gibi ince ve narin elleri ve yüreği ile dokundu her birerlerimizin hayatına ve acısına… Direnin, hukuksuzluğu haykırın, haykırın zalimlerin yüzüne, biz masumuz tepinmeyin üstümüzde! Bu ses, bizim sesimizdi. Ortak acılarımızın hüznün mahpusluğun hastalığın ölümün sesi.
Sesi, bizlere ve bizden sonrakilere tek bir masum kalmayana kadar beşikten mezara zulüm görmüş, bütün dünya mazlumlarına miras. Allah hocamdan ebeden ve daimen razı olsun.
Ebru Öztürk