KHK ile uzaklaştırılan memur arkadaşım anlatmıştı. “Çok sıkılmıştım. Eş dost, akrabanın bir anda kaybolması, işsiz güçsüz kalmak beni iyice bunaltmıştı. Ama eşim atılmamı sanki hiç dert edinmemişti. Sen niye bu kadar rahatsın dediğimde
– “Ben senin atıldığına fazla üzülmüyorum. Şimdi çok zulümler yapıyorlar. Görevde kalsaydın belki senden de bu zulümlere ortak olmanı isteyeceklerdi. Belki sen de karşı koyamayıp alet olacaktın. Bu durumda olman bence daha iyidir.” Dediğini aktarmıştı.
Bu ifadeyi duyunca; açıkçası benim de zihnimde farklı bir koridor açılmış ve sıkıntılarıma dayanma gücüm bir nebze olsun artmıştı.
Evet, gerçekten de çok büyük zulümler yapıyorlar. Zulümlerine herkesi ortak ederek de, saflarını genişletmeye çalışıyorlar. Bunda da ne yazık ki başarılı oluyorlar.
Zalimlerin büyük çoğunluğu, gerçekle olan bağını kaybetmiş durumda. Dünya, kendi dar pencerelerinden gördüklerinden ibaret. İnandıkları yalanlarla bir dünya oluşturmuş ve o dünyanın içinde yaşıyorlar. Hedeflerine ulaşabilmek için ahlaki olup olmadığına bakmadan her yolu deniyorlar. Yaptıklarından dolayı vicdan azabı duymuyor, suçluluk hissetmiyorlar. Başkalarının ihtiyaçlarına, acılarına karşı çok duyarsızlar. Hatta bazıları başkalarının acılarından haz duyuyor gibi. Bir et parçası taşıyorlar göğüslerinde ama gerçekte kalpleri var diyemezsiniz. Vicdanları çürümüş hatta çoğununki tamamen ölmüş.
Görünen durum şu; iktidar kişiselleşmiş durumda. Bir de onun yardımcıları olan seçkinler grubu var. Bazı üst düzey bürokratlar, zenginler, insanları uyutmakla görevli sözde aydınlar, menfaatlerinin esiri olmuş sanatçılar, inancını satılığa çıkarmış din adamları… Hep birlikte koro halinde tapındıkları menfaatleri uğruna “o ne yaparsa güzel yapar” şarkısını söylüyorlar. Nefret dilini benimsemiş durumdalar. Ekranlarında gece gündüz düşmanlık pompalıyor, halkı ruhen köleleştirmeye çalışıyorlar. Böyle bir toplumda insanî değerlerden, hukuktan, adaletten bahsetmek imkânsız.
Halk başlarındakini yüce zannediyor. Kaybettiklerinin farkında değil. Zillet içerisindeki durumlarını izzet zannediyorlar. Vakıf- dernek kurdukları, burs verdikleri, yurt, okul yaptıkları, öğrencilere sahip çıktıkları için insanlar hapsediliyor, mallarına el konuluyor ve insanlar susuyor. İnsanların işlerinden atılmasına, güvencesiz, ekmeksiz bırakılmasına seyirci kalıyor. 800 bebeğin, 17 bin kadının hapiste oluşundan rahatsızlık duymuyor. Başkasının mal ve mülküne tecavüz edenleri görmezden geliyor. Muktedirlerin ürettiği iftira ve yalanları çoğaltıyor. Birey ve kamu hukuku ile hiçbir şekilde tevil edilemeyecek durumları kabulleniyor bu halk.
En zoru da akrabaların tavrı; akrabalık bağlarına saygı hiç kalmadı halkta. Zulme boyun eğenleri gösterip neden onlara benzemediğimizi soruyorlar. Verdiğimiz cevapları dinlemek istemeyen, hatta telefonlara bile çıkmaktan korkan, “hiç suçunuz olmasa devlet niye atsın hapse” diyen akrabalarımız var.
Yakın zamanda meclise bir infaz düzenlemesi geldi. “Belki tehlikenin farkına varırlar, her tarafı saran salgın karşısında hapishanedekilerin ölmelerine müsaade etmezler, o kadar da zalim ve vicdansız değildirler” diye ümitlendik.
Ne çare; vekillerin hepsi korkak çıktı. “Hukukun üstünlüğüne” bağlı kalacaklarına, “adalet anlayışından ayrılmayacaklarına” dair yeminlerine sadık kalmadılar. Sarayın talimatları dışına çıkamadılar. Bir daha milletvekili olamayız, yakınlarımıza ihale alamayız, yönetim kurulu üyeliklerimiz gider… Diye korktular. Zulme bir kez daha rıza gösterdiler. Hapishanedeki masum insanları ölüme terk etmekten çekinmediler.
Peki, bu zulümler altında biz ne yapmalıyız? Akrabalarımızın dediği gibi zulme boyun eğenlere mi benzemeliyiz? Zalimlerin zulmünden kurtulmak için onların merhametine mi sığınmalıyız? Kendi köşemize çekilip istirahatı, zorluğa tercih mi etmeliyiz?
Yaydıkları yalan haberlerle, batılı hak, hakkı da batıl gösteren aldatıcılara karşı halka gerçekleri anlatmaya devam etmeyecek miyiz. İyiliği çoğaltmak için sergilediğimiz çabadan kötülüğün taarruzuna uğradığımızda hemen dönecek miyiz. Durup seyredecek, insanların acılarına kulak mı tıkayacağız?
Peki, muktedirler zulmetmekten böylesine haz duyarken, zulme rıza gösterip de masum kalabilecek miyiz? Kendimiz olmaktan vazgeçerek esaretten kurtulabilecek miyiz? Zulme karşı sesini yükselten insanlardan uzaklaştığımızda özgür mü olacağız? Yaşanan mağduriyetlerin ağırlığı çökmeyecek mi üzerimize, yüreğimizi kasvet kaplamayacak mı o zaman? Biz durduğumuzda, kötülükler de duracak mı?
Hayır, durmayacak. Biz sustukça ve sessiz kaldıkça zulüm daha da artacak. Canavar ruhlular kaybetme ihtimalini görmedikçe zulümlerinden vazgeçmeyeceklerdir çünkü. Sustukça ve mazeret ürettikçe de her geçen gün zalimin rengine daha fazla boyanacak, gün geçtikçe ona daha çok benzeyeceğiz.
Hepimiz çok yalnız kaldık. Yalnızlığın karanlığından bizim gibi düşünen, mücadele eden dostların varlığı ile aydınlandık. Dostlarımızın olmadığını düşündüğümüzde dünya daha karanlık olacaktır bizim için. Dünyayı saran kötülük karşısında çok çaresiz ve yalnız hissedeceğiz kendimizi. Zalimlerin tacizleri karşısında daha savunmasız kalacağız.
Gelin, dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmek için uğraşalım. Haklı olarak yorulacağız. Kimi zaman ümitlerimiz tükenecek, kimi zaman korkacak, kimi zaman yıkılacağız. Ama bir arada oldukça tekrar doğrulup, yolumuza devam edebilir, belki bir vicdan sahibi duyar diye çabalayabiliriz.
Bize dünyaları verseler, hangimiz zalimlerin zulmüne ortak olmayı kabul ederdi. İnanıyorum ki ortak olmayı değil sessiz kalmayı bile seçmezdik. Zalimlerin safında olmadığımız için Tanrıya şükretmeliyiz.
Zulme verilecek cevabımız yoksa biz de yokuz demektir. Var olmayı seçelim!
ABDULLAH URAL